hep birlikte gezerken…kamboçya’da harika bir macera!!

asya ve alara ufakken birçok sömestr tatilimizi kayağa giderek değerlendirmiştik.  dağlarda karların altında çok keyifli ve hareketli geçen tatillerimizden de harika hatıralarımız var; fakat geçen sene asya bize gelip “acaba bu yıl değişik bir şeyler yapmaya çalışsak mı” diye sorunca açıkçası bizim de çok hoşumuza gitti.  geçen seneki rotamız tayland idi ve çok çok güzeldi.  ailece ilk defa uzak doğuya gidiyorduk ve bizi neler beklediğini hiç bilmiyorduk- tüm tahminlerimizden daha güzel geçen seyahatin sonunda döner dönmez bu yıl ise kamboçya ve vietnam’a gitmeyi planlamaya başladık! (bu arada maalesef tayland seyahatimizi henüz yazamadım- biraz geriye dönük olsa da o seyahati de en kısa zamanda burada paylaşmayı umuyorum :))

 2019 maceramız istanbul’dan bangkok’a türk hava yollarıyla bir gece uçuşu ile başladı…bangkok’ta birkaç saat beklemeden sonra geçen sene de çok beğenerek seyahat ettiğimiz bangkok airways ile siem reap’a bağlandık.  ufak bir lojistik bilgisi paylaşayım bu arada…thy ile bangkok airways ortak olduğu için çok rahat bir şekilde bavullarımızı istanbul’da uçağa verdik ve siem reap’e kadar bir daha uğraşmak zorunda kalmadık.  bir de kamboçya vizesi internetten alınabiliyor ve almanızı çok tavsiye eder; biz almamıştık ve ara uçuşun neredeyse tamamını kapıda vize almak için form doldurarak geçirdim.

IMG_6359
vize formları!!

siem reap kamboçya:

nerede kalınır:

biz belmond la residence d’angkor’da kaldık ve çok çok memnun kaldık.  butik bir otel ama odaları çok geniş ve rahat.  kızlarla iç içe geçen odalarımız vardı ve bu da bana çok iyi geldi; hem kendime ait bir mekânım da vardı, hem de onlara çok yakındık.  otelin orta avlusunda tropikal bitkilerin içerisinde harika bir havuz var.  gündüzleri çok sıcak olduğu için havuzun kenarında bol bol vakit geçirdik.  havuz başına yiyecek ve içecek servisi de mevcut, biz gezmelerimiz arasında dinlenirken tam anlamıyla tatilde olduğumuzu da hissettik doğrusu!

biz belmond’u çok sevdik, sabah açık büfe kahvaltısı yeterli ama çok abartılı değildi, yemekler gayet güzeldi ve ayrıca çok güzel bir bar ve lounge alanı vardı, spa ve masaj çok dinlendirici ve kaliteliydi, tertemiz ve tamamen yeşilliğe bakan bir fitness odası vardı, her gün otelin özel etkinlikleri de vardı- bir gün otelin yakınında olan bir manastırdan rahipler geldi mesela onlarla sohbet edip sonra da kutsanma fırsatımız oldu- ve her akşam yataklarımıza kamboçya’yı andıran ufak hediyeler bıraktılar.  ben küçük hediyeler bayıldım ve her akşam acaba bugün ne çıkacak diye heyecanla bekledim!  özellikle çocuklar ile seyahat etmeyi düşünüyorsanız tereddütsüz bu otelden kalmanızı tavsiye edebilirim.

biraz daha romantik bir otel arayanlar için amansara otelini tavsiye edebilirim.  bizim gidip görecek fırsatımız olmadı ama kalan arkadaşlarımız var ve onlar biz belmond’u ne kadar beğendiysek amansara’yı da bir o kadar beğenerek döndüler tatillerinden.  çok daha ufak bir otel ve anladığım kadarıyla daha sessiz ve sakin bir ortam; alegra ile kalmak için pek uygun olmazdı sanırım.

bir de şehir ortasından yer alan raffles grand d’angkor hotel’ini gördük.  ingilizlerin, fransızların yoğun olarak uzak doğuda oldukları dönemlere ait olan bu tarihi bir binada yer alan otel de çocuklu aileler için çok uygun olur.  odaları yapılmış dönemden dolayı standart odalar bir parça daha ufak olsa da birçok süit ve villa opsiyonu da varmış, ayrıca otelin iç ve dış mekanlarına gayet geniş oturma ve dinlenme alanları bulunuyor.  burada da orta avluda kocaman bir havuz var; tapınak gezileri sonrasında ferahlamak için birebir.

neler yapılır:

siem reap’e gitmemizin sebebi şehrin 15-20 dakika dışında yer alan angkor kompleksini ziyaret etmek.  son on yıldır turizmin git gide artmasıyla birlikte kamboçya hükûmeti tüm bölgeyi turistlere göre organize etmeye başlamış durumda.  havalimanı olsun, bilet gişeleri ve kontrol noktaları olsun, angkor kompleksi içerisindeki tapınaklarında yer alan bilgi panoları ve genel düzenlemeleri olsun siem reap’de turist olmak çok kolay ve gördüğümüz kadarıyla çok da güvenli.

200 dönüme yayılmış olan angkor kompleksinde 300’den fazla tapınak bulunuyormuş…biz ancak en popüler olan ve durumları en iyi olan dört tanesini detaylı gezebildik- birkaç tanesine de dışarıdan bakarken rehberimiz bize tarihlerini biraz anlattı.  en büyük tapınaklardan biri olan ve angkor thom bölgesinde bulunan bayon tapınağının genel durumu da çok iyi olduğu için önce orasıyla başladık.  1200’lerde yapılmış olan tapınağın duvarlarında o dönemde kuvvetli olan angkor imparatorluğu altında hayatın nasıl olduğunu gösteren rölyefler özellikle çok ilginç.  avlanma, savaş sahneleri, birahanelerde insanlar gibi sahneleri gösteren çalışmalar arasında tuvalete oturmuş bir adamın görüntüsü bile var! (onun fotoğrafını çekmemişiz maalesef ama çok komikti- alegra bayıldı tabii!). angkor thom bölgesinde ayrıca phimeanakas ve baphon tapınaklarını da gördük ve filler terası isimli duvarları da gezme fırsatımız oldu.

bayon tapınağından sonra bu bölge bulunan bir başka önemli tapınak ise ta prohm tapınağına (tomb raider filminin çekildiği tapınak olduğu için yerel halk bazen tomb raider tapınağı da diyebiliyor).  kocaman ağaçlarla sarılı olan tapınak tüm tapınakların 1880’lerde fransızlar tarafından keşif edilmeden önce nasıl bir durumda olduklarını anlamak için iyi bir örnek.  angkor tapınakları bölgede yaşanan güç değişimleri nedeniyle on altıncı yüzyılda artık kullanılmaz hale gelmişler.  1600lar ve 1880’ler arasında tamamen doğaya teslim edilen yapılar bu nedenle yeşilliklerin içerisinde neredeyse kaybolmuşlar.  ta prohm’da görüldüğü şekilde birçok tapınağın duvarları ve tavanları çökmüş, yapıların içerisinde ağaçlar ve bitkiler yetişmeye başlamış.  halen devam etmekte olan renovasyon çalışmalarının sonucunda her sene yeni tapınaklar gezmeye açılıyormuş, var olan tapınaklar ise güçlendiriliyormuş.

tüm bu tapınakların en tanınmış olanı angkor wat’ı biz güneş ağrırken gezmeyi tercih ettik (arzu edenler için güneş batımında da gezmek mümkünmüş).  sabah henüz dışarısı karanlıkken yolla çıkıp el fenerleri eşliğinde sakin ve nezih bir kalabalığın arasında ufak bir gölettin yanında yerimizi alıp beklemeye başladık.  yaklaşık 20 dakika bekledikten sonra etrafımızı tatlı bir ışık sarmaya başladı.  mor olarak başlayan gökyüzü yavaş yavaş pembe, sonra ise gitgide sararmaya başladı.  gökyüzü tamamen aydınlanınca tapınağın kapısı açıldı ve bekleyenlerle birlikte hayal bile edemeyeceğimiz bir boyutta olan kocaman kapılardan geçip tapınağın tepesine kadar tırmandık.  buddha’ya adanmış tapınakta görülecek çok nokta var, sırada beklemek gerekse de tepeye çıkmayı çok tavsiye ederim.  hem tapınağın tepesinde bu kadar kocaman bir alanın olacağına görmeden inanmak çok zor, hem de tapınağın gri taşları, etraftaki yeşil ormanın ve parlayan güneşin altın renklerini tepeden izleyebilmek inanılmaz bir his.

son olarak biraz uzakta olan banteay srei, ya da bir başka adıyla pembe bayan, tapınağını ziyaret edebilirsiniz.  tamamen kadınlara adanmış olan bir tapınak olması, öbür tapınaklara nazaran biraz daha boyut olarak ufak olması ve tamamen pembe taştan inşaat edilmiş olması hepimizin çok hoşuna gitti.  bu özel tapınağı gezdikten sonra geniş bahçelerinde dolaşırken kızlarla feminizmden, kadınların bazen daha sessiz olan ama yine de büyük güçlerinden ve kadınlar (ya da kızlar) olarak dünyada yerimizi bulmak nasıl bir şey olduğundan biraz konuştuk.  yaşlı bir kadının muz yaprakları kullanarak hazırlamış olduğu pirinçli muzlu atıştırmalıklar yedik, o saatte henüz ılık olan havanın tadını çıkardık…

tabii siem reap’te tapınak dışında gezilecek başka yerler de var! gezimizin vietnam ayağına geçmeden hem geçmişte hem de günümüzde kamboçya kültürünü tanımak için birkaç önemli mekânı da ziyaret ettim.  alegra en çok artisans of angkor denilen bir sanatçı atölyesinden hoşlandı sanırım çünkü hala orada gördüğü ve yaptığı şeylerden bahsediyor.  yerel el sanatlarını tanıtmak, öğretmek ve ayakta tutmak için kurulmuş olan atölyede kızlar tahta ve taştan heykel yapmayı denediler, sanatçıların büyük, küçük eserler yaratmasını izlediler.  yapılan ürünleri çoğu yine aynı yerde bulunan mağazada da satılıyor- kızlar da benden keyifle biraz hatıralık eşya için alışveriş de yapabildik.

siem reap’deyken iki tane şahane gösteriye de gidebildik…ilki phare circus isimli dünya çapında akrobatik ve jimnastik şovu yapan bir tiyatro grubunun white gold adındaki gösterisiydi.  eski bir sirke çadırında yer alan gösteri gerçekten çok keyifliydi!  kamboçya’nın yerel halkının mitolojisinden oluşan hikâye bir gencin para işlerini çok kafaya takıp sonra da mutsuz olduğunu anlatıyor.  paranın mutluk getirmeyeceğini vurgulayan tiyatroda müzik, ışık ve hareketler müthişti- hepimiz gözümüzü kırpmadan izledik!

bir başka izlediğimiz gösteri ise kanell restoran’daki apsara dans gösterisiydi.  unesco tarafından koruma altına alınan apsara dansları açıkçası biraz yavaş da olsa gerçekten çok enteresandı.  renkli kostümler, hiç alışık olmadığımız karakterler ve hikayeler ve değişik enstrümanlarla çalınan müziklerden çok etkilendik.  biraz yorgun olmamıza bu gösteriyi de izlemeye vakit ayırdığımız için çok memnun kaldık.

nerede yenilir:

kamboçya’nın yerel ve geleneksel mutfağı çok zengin bir mutfak değildir.  siem reap’e vardığımızda bunun hem kültürel hem de tarihi sebepleri olduğu öğrendik.  yirminci yüzyılda iç siyasi olarak çok büyük sorunlar yaşayan ülkede inanılmaz bir derecede açlık da yaşanmış.  bu dönemde yaşananlar da halkın mutfağına yansımış.  bu eksikliği ise komşu ülkeler olan vietnam, tayland ve hindistan’dan esinlenerek tamamlamış olan restoranlarda çok geniş bir yemek yelpazesi bulabildik. fakat açık konuşmak gerekirse kamboçya’nın yemekler genel anlamda komşularının yemeklerinde daha az lezzetli…

yine de temiz ve düzgün oldukları için rahatlıkla khmer village restaurant ve neary khmer restaurant’ı tavsiye edebilirim.  angkor kompleksinde bulunan khmer village restaurant’da ilk gezme günümüzün en sıcak saatlerini uzun uzun sofrada yemek yiyerek ve sohbet ederek geçirdik.  kamboçya biraları çok lezzetli; yanında çerez olarak nefis kavrulmuş minik yer fıstıkları da getiriyorlar, siparişimiz hazırlanırken keyifle onları yedik- ben de buz gibi bir bira içtim 🙂

şehir içinde olan neary khmer restaurant’da geleneksel kamboçya yemekleri arasında en çok beğendiğim amok yemeğini deneme fırsatım oldu.  biraz hintlilerin karisine benzeyen bol baharatlı yemeği çok güzel bir hindistan cevizli pilav ile servis ediyorlar.  hem doyurucu hem de hafif oluyor.  kızlar her gittiğimiz yerde spring roll yiyip beğendiler.  tatlı olarak da her fırsatta tropikal meyvelerden yapılmış sorbetler denediler.

UNADJUSTEDNONRAW_thumb_8a9c
küçük dondurmacı ve rehberimiz mr. heang

siem reap’deki en ilginç gördüklerimizden biri ise sokakta satılan kızarmış örümcekler, akrepler, ipek kurtları ve yılanlardı…sadece görmek ile de kalmadık! dünya tatlısı olan rehberimiz, mr. heang, bize göstermek için kocaman bir tarantula örümceğini bir video çekerken yedi! erim ve alegra bakamadılar, ben bile bayağı huylandım.  sonra mr. heang’a sordum “çocuklarınıza da örümcek yediriyor musunuz” diye… o da bana “evet, ama buradan değil, burada kullandıkları kızartma yağı temiz değil” dedi!!

IMG_6670
sokakta satılan kızartılmış böcekler…siz yermiydiniz???

 

baştan sona gezimizin kamboçya bölümü sürprizler ve yeni deneyimlerle doluydu…iyi ki gittik, iyi ki gördük, hepimizin ömür boyu keyifle hatırlayacağı bir seyahat oldu.  bir sonraki durağımız olan vietnam’ın rotasını da önümüzdeki günlerde paylaşıyor olacağım…orası da bir başka harikaydı!!

hep birlikte gezerken…paris’te üç büyülü gün…

ailece en son üç-dört sene önce paris’i ziyaret etmiştik.  o seferki ziyaretimizde kızlar halen çok ufaklardı; birkaç gün eurodisney’i gezdikten sonra paris’in merkezine geçmiştik ve açıkçası bayağı yorucu bir seyahat olmuştu.  ne kızlar ne de biz ebeveynler seyahatten fazla bir şey anlayamamıştık. hatta seyahatin sonunda evimize döndüğümüzde erim ile birlikte uzun bir müddet tekrar paris’e gitmeme kararı almıştık.

fakat bu dönem erim’in yeğeni aylin paris’te dil kursuna gitmeye karar verince biz de acaba tekrar bir denesek mi diye düşündük.  asya ve alara da çok heveslendiler, paris’i gezme ve şehir de keyif yapma fikri onlarında hoşlarına gidince biz de yavaş yavaş planlarımızı yapmaya başladık.

erim ile ben tam yirmi yıl önce yine son bahar aylarında paris havalimanında tanışmıştık.  çok tesadüfi ve romantik bir tanışma olmuştu; aile hayatımızın da bu şehirde başlamış olmasından dolayı paris’in hep bizim için yeri ayrıdır.  bu nedenle de baş başa olsun, çocuklu olsun paris sokakları her zaman bana çok büyüleyici gelir.

yeni bir yeri keşif etme hedefiyle le marais bölgesinde bulunan le pavillion de la reine otelinde kalmaya karar verdik. inanılmaz tatlı bir otel, adeta bir aile tarafından işletiliyormuş gibi bir havası var.  sabah kahvaltısı şahane… otelin lobisinde yer alan tatlı açık büfe kahvaltıdan hepimiz ayrı ayrı büyük keyif aldık.  normal bir lobi gibi düşünmeyin; lobiyi öyle bir yapmışlar ki sanki kendi evinizde rahat koltuk ve kanepelerde oturmuş sıcacık yanan bir şömine karşısında yemek yiyormuş gibi hissediliyor.

otelin konumu da eşsiz.  kapıdan çıkar çıkmaz karşınıza la place de vosges’un şahane parkı çıkıyor…parkın etrafından bir sürü minik sanat galerileri, kafeler ve butik mağazalar mevcut.  minik ara sokaklarda dolaşmak son derece keyifli ve etrafta yemek yemek için her biri birbirinde güzel küçük mekanlarda bulduk…

otelde sabah uzun uzun keyif yaptıktan sonra günlerimizin geri kalanlarını bol bol gezerek geçirdik.  yürürken etrafı görmek ve tanımak çok daha kolay olduğu için genelde bu tip şehir seyahatlerinde yürümeyi tercih ediyoruz.  nereye gitsek yanımızda alegra için ufak bir scooter taşıyoruz, bunun sayesinde o da bize rahat rahat yetişebiliyor.

paris’e uçmadan önce kızlarla oturup biraz plan yaptık.  her ne kadar tercihlerimiz biraz ayrı ayrı olsa da ilk önceliğimizin dengeli bir seyahat geçirmenin ve birlikte vakit geçirmenin olduğuna karar vermiştik.  müze gezmek, alışveriş yapmak, güzel yemek yemek, açık havada vakit geçirmek, genel bir avrupa havası almak…tercihlerimiz bu şekildeydi.  biz de programımızı yaparken her gün az da olsa her birine vakit ayırmaya özen gösterdik.

müze olarak iki müze seçtik.  paris’teki ilk tam günümüzde eski tren garında yer alan ve ağırlıklı fransız sanatçılarına yer veren musee d’orsay’i gezdik.  sonraki gün ise çok meşhur olan louvre müzesine gittik.  louvre müzesi o kadar büyük ki içeriye girer girmez sadece eski mısır eserlerinin bulunduğu bölüme konsantre olmaya karar verdik.  alegra ilk defa mumya ve lahit görüyordu ve çok ilgisini çekti; hatta o kadar etkilendi ki eve döndüğümüzde ‘keşif ediyoruz’ başlıklı ingilizce ödevinin de bu konuda yapmaya karar verdi.  tabii ki aynı binanda bulunan mona lisa’yı da görmeden louvre’dan ayrılmadık!  (çok önemli bir not, müze girişleri çok kalabalık oluyor- biletlerinizi mutlaka önceden internetten alın!)

 paris’e kadar gitmişken neredeyse müze haline gelmiş shakespeare and co kitapçısını da kaçırmadık.  1919’da kurulmuş olan bu muhteşem kitapçı birçok önemli yazar ve esere ev sahipliği yapmış.  kitapçının bulunduğu binanın kendisi de görülmeye değer; minik merdivenler, araya sıkışmış oturma yerleri ve ufacık yataklar ve şahane tatlı bir çocuk bölümü…orada geçirdiğimiz her dakikanın keyfini dibine kadar çıkardık ve kapıdan çıkarken her birimizin elinde dopdolu bir kitap çantası vardı!

hiç beklemediğim bir şekilde le marais’de alegra’ya uygun birçok güzel mağaza da bulduk.  asya ve alara bir akşam üstü kendileri gezmeye çıkmak isteyince biz de erim ile alegra’yla takılırız deyip plansız bir şekilde dolaşmaya çıktık.  ilk durağımız tabii ki bir kitapçıydı 🙂 comme un roman kitapçısında çoğu çocuk kitabının fransızca olmasına rağmen uzun uzun oturup rengarenk kitaplara bakıp eğlendik.  ben ödemeyi yaparken erim ve alegra hızla kitapçının yanında yer alan jean paul hevin chocolatier çikolatacısını bulup benden habersiz bir sürü çikolatanın tadına baktılar; beş dakika sürmeden en çok sevdikleri çeşitleri poşete doldurup yanıma döndüler!  yine aynı sokakta bibi idea shop diye süper bir concept store’a rastladık…minik defterler, rengarenk su mataraları, saklama kapları ve beslenme torbaları, yılbaşına uygun ufak hediyelerle dolu olan raflara bakmaya doyamadık.  son olarak da yıllardır internette görüp bayıldığım ama hiçbir zaman gerçek mağazasına gidemediğim bonton mağazasına uğradık. yılbaşı havasına erkenden girilmiş, her köşesi ışıl ışıl parlayan mağazadan hiç çıkmak istemedik!

IMG_4890

 

gezmelerimizin arasında bir de harika lokantalarda yemek yedik ve muhteşem kafelerde kahveler (ve şampanyalar) içip keyif yaptık! bu sefer lokantaları öyle bir seçtik ki hemen hemen hepsini ilk defa deneyecektik…

ilk akşam daroco diye çok şık bir italyan lokantasına gittik; pizza ağırlıklı olan menüdeki her pizza şahane gözüküyordu! her biri lokantanın ortasında yer alan görkemli bir taş fırın sayesinde tap taze pişip servis ediliyor.  glütensiz pizza opsiyonu yoktu ama aylin için harika bir vegan pizza hazırlayabildiler.  sonraki akşam ise montmartre bölgesinde yer alan le coq rico lokantasında zar zor yer bulabildik.  alegra’nın deyimiyle ‘tavukçu’ olan lokantada sadece tavuk değil her yemek lezizdi.  ben deniz tarağı yedim; aylin için harika mevsim sebzeleri hazırladılar, erim ve kızlar ise tam kıvamında pişmiş bir bütün tavuk paylaştılar- servis olsun, yemekler olsun, şarap listesi olsun- her şey mükemmeldi.  son gece artık biraz yorulmuştuk ve daha basit bir yemek yiyelim istedik.  le marais bölgesindeki breizh cafe krepçisine gitmeye karar verdik ve o kadar doğru bir karar oldu ki! sadece tatlı değil tuzlu krep de yapan bu meşhur krepçide ağırlıklı normandy bölgesinden gelen yüzde yüz organik ve doğal olarak glütensiz olan karabuğday unu kullanılıyor.  bunun duyunca benim heyecanımı siz düşünün artık! bir sürü değişik krep sipariş ettik- herkes birbirininkini denedi ve karnımız tok huzurlu bir şekilde otelimize döndük.

öğlenleri de bir bu kadar güzel yemek yedik 🙂 ilk gün le marais’in göbeğinde olan cafe charlot’ta geleneksel fransız bistro yemekleri tattık…füme somon, antrikot, soğan çorbası, vinagret soslu avokado…kendimizi iyice paris’li hissettik.  sonraki gün tanınmış markaların yer aldığı avenue montaigne’da olan l’avenue restoranın meşhur incecik patates kızartmalarını ve fransız üslü dil balığını yiyip keyifle etrafımızı seyrettik.  son öğlenimiz ise daha önce hiç gitmemiş olduğumuz ve eşsiz bir eiffel kulesi manzarası olan girafe restorana gittik.  deniz mahsulleri ağırlıklı olan menüde ayrıca çok güzel bir bonfile de vardı; tatlılar ise dehşetlerdi!

tüm bu yemeklere rağmen akşam üstleri kısa da olsa kahve molası da verdik.  le marais’de fragments cafe’de organik kahveler içip glütensiz armutlu kek denedik; bir paris klasiği olan laduree’de çay içip rengarenk macaronlar yedik; saint germain’in efsane kafesi olan cafe de flore’deyse açıkçası ben keyifle şampanya içerken kızlar da aynı keyifli gerçek kremalı sıcak çikolatanın tadını çıkardılar.

 

paris seyahatimiz baştan sona sakin ve huzurlu geçti desem yalan olur.  üç çocuk, iki yetişkin, herkesin yapmak istediği (ve istemediği) şeyler, kalabalık müzeler, ara sıra yağmurlu havalar, yanlış gelen siparişler- bunlardan etkilenmedik diyemem tabii ki! ama gerçekten inanıyorum ki çocuklar (ve bizler de) bu ufak tefek zorlukların karşısında sabırlı olarak, etrafımızdaki insanlara açık ve sevgi dolu davranarak ve kendimizin dışında bir dünyanın olduğunu görerek ve kabul ederek gelişiyoruz ve büyüyoruz.

dünyanın her bir noktasına ulaşması çok olan bir şehirde yaşamamız büyük bir şans.  kızların da genç yaştan gezmeye başlayabilmeleri ise ayrıca büyük bir şans.  gezerek, görerek, duyarak, tadarak ve keşif ederek birer dünya vatandaşı olacaklarına inanıyorum- kısa ve tatlı paris seyahatimiz de bu yolculuğun değerli bir parçası oldu.

kısa bir amsterdam seyahati…

2017 yazı bizim için çok değişik bir şekilde geçti. önceki birkaç yaz çok rutin bir şekilde geçmişti ve erim ile birlikte ‘artık sistemi oturttuk, süper!’ diye birbirimizi tebrik ederken her şey bir anda değişiverdi!

asya ilk baharda tamamen tesadüfi bir şekilde binicilikte atlama yapmaktan at terbiyesine geçiş yapıp mayıs’ın sonunda türkiye adına hem temmuz ayının başında zagreb’de olan balkan şampiyonası hem de ağustos ayının ortasında hollanda’da olan avrupa şampiyonasına katılmak hakkı kazandı.  bizim organize etmiş olduğumuz tekne sonra new york sonra asheville’de kamp programımız da asya’nın bu büyük başarılarıyla neredeyse bir günde alt üst oldu.

balkan şampiyonasında erim ile kafa kafaya koyup neler yapmamız gerektiğine karar vermeye çalışınca baktık ki ailece amerika’ya gitmek pek mantıklı olmayacaktı.  onun yerine asya’nın balkanlar ve avrupa şampiyonasının arasında ders alacağı ve yaklaşık bir ay yaşayacağı, çiftliği ye gitmek ve orayı görmek çok daha doğru bir hareket olacaktı.  ama sadece asya’yı oraya bırakıp dönmek de pek hoşumuza gitmedi açıkçası.  yazın ailece yaptığımız seyahatler kızlar büyüdükçe daha da önem kazanmaya başlamıştı.  sene boyunca okul ve ders ve faaliyetler derken birlikte konsantre ve kaliteli vakit geçirmek de git gide zorlaşmıştı.  yaz tatilleri ise bu eksik vakitleri telafi etmek için birebir oluyordu.

asya’nın kalacağı çiftlik tam hollanda-belçika sınırında olan welde kasabasındaydı.  oraya en yakın havalimanlarından birinin amsterdam olduğunu görünce de aklımıza bir amsterdam seyahati yapmak geldi.  ben en son çok ufakken gitmiştim, kızlar ise hiç gitmişlerdi, erim de sık sık iş için gitse de tamamen turistik bir ziyaret neredeyse hiç yapmamıştı.  yazın gitmek de ayrıca bir avantaj oldu; normalde soğuk ve yağmurlu olabilen amsterdam’ı biz hiç değilse parçalı bulutlu ve nitekim daha sıcak bir havada gezebildik.  genel anlamda çok keyifli ve rahat bir ufak gezi oldu bizim için, asya’yı bırakıp ancak bir ay sonra göreceğim için de onunla 5-6 gün bayağı iç içe vakit geçirmek de tek kelimeyle şahane oldu!

bizim seyahatimizin detaylarını aşağıda bulabilirsiniz; ayrıca bizim vaktimizin yetişemediği bazı oteller, restoranlar ve müzeler de ekledim.  amsterdam’a gidecek olursanız, hele ki çocuklarla gidecek olursanız umarım bu tüyoların faydalarını görürsünüz… iyi eğlenceler 🙂

nerede kalınır:

biz the waldorf astoria otelinde kaldık ve çok çok güzeldi.  odaların ve otelin genel konforu çok iyiydi, servis şahaneydi, kahvaltı leziz de ve otelin yeri gitmek istediğimiz her yere çok yakındı- kesinlik tavsiye ederim.

görüp de beğendiğimiz başka oteller de vardı tabii… bu listedeki tüm oteller oldukça çocuklar için uygun ama aynı zamanda ebeveynler için de hoş ortamları olan oteller.

amstel oteliharika bir tarihi bina, hotelin kendisi tam nehrine kenarında, alt katında ise kış bahçesi içerisinde harika bir lokantası da var.

conservatorium oteli modern bir tarzda yapılmış bu otel ise eski sweelink konservatuarının binasında yer alıyor.  museumplein bölgesinin tam ortasında olması sanat severler için ideal olmakla beraber ana alışveriş bölgesi olan p.c. hoofstraat’a da çok yakın. fakat genel tarz ve müşterilerine bakarak yaşça biraz daha büyük çocuklar olan aileler için daha uygun olacağını düşünüyorum.

neler yapılır:

amsterdam’da yapılacak o kadar çok şey var ki nerede başlayacağımı bilmek zor!

müzeler:

van gogh müzesimüzenin tamamı van gogh’un hayatı ve eserlerine adanmış harika bir mekân.  müzenin içerisinde çocuklara göre hazine avı yaptıran broşürler de vardı ve hepimiz yaparken çok keyif aldık.

rijksmuseumhollandalı ustaların eserlerini sergileyen bir müze; ben özellikle rembrandt ve vermeer tarafından yapılan işleri yakından görebildiğimiz için çok sevindim

stedelijkmuseum- bu müzenin binası inanılmazdı! müzedeki eserler hep modern sanat ve tasarım ile ilgili, biz ziyaret ettiğimizde jean dubuffet sergisini yakaladık ve çok keyifliydi.

ulusal deniz müzesi- aile müzesi diyebileceğim bu müzeye hepimiz ayrı ayrı bayıldık.  genel anlamda denizde yaşamı anlatmak ile beraber müzenin ana teması hollanda’nın 1700lerde uluslararası bir güç olmasını da anlatıyor.  çocuklara yönelik oyunlar ve sergiler de mevcut. en eğlenceli kısmı ise sömürge döneminde un kazanmış bir ticari geminin reprodüksiyonu da olması- geminin içine girdik, alegra ‘kaptan’ oldu, denizcilerin uyuduğu hamakları da denedik.

anne frank müzesi- herhalde amsterdam’daki en önemli müze olabilir.  normalde önceden bilet almak bayağı önemli ama bizim şansımıza otelimiz bizim için ayarlayabildi (oteli çok sevmemin nedenlerinde biri daha).  nazi döneminde yaşayan ve önce binadan gizlenip sonrasında kampta ölen anne frank’in gerçek evi olması hepimizi çok etkiledi.  alegra için biraz ağır olacağından korkmuştum ama müze çok güzel bir şekilde hazırlanmış, önceden uyarılar sayesinde ben de alegra’nın görüp duyduklarını dengeleyebildim.  asya ve alara tüm hikâyeyi okulda öğrenmişlerdi, onlarla birlikte hikâyenin geçtiği gerçek mekânı görmek çok değerliydi.

şehirde:

nehir gezisinehir gezimizyine otel sayesinde şahane bir deneyim olduanne frank müzesinden çıkar çıkmaz karşımıza eski günlere ait bir nehir teknesi çıktı.  venedik’te de olduğu gibi amsterdam’ı kanallarından görmek çok daha güzel ve bu muhteşem teknede bir iki saat geçirmek seyahatimizin en güzel anlarında biriydi.  teknenin kaptanı (aynı zamanda sahibi) bize uzun uzun amsterdam ve hollanda’nın tarihini anlattı ve şehri tanıttı; biz ise büyük bir keyifle hazırlanmış ufak tefek atıştırmalıklar eşliğinde dinledik.

çiçek marketi- bir amsterdam klasiği; rengarenk çiçeklerin bol bol fotoğrafını çekip keşke eve götürebilsek diye düşündük.  çiçek marketinin etrafındaki bölge de şahane; bir sürü ufak kafeler, dondurmacılar ve tatlı tatlı butiklerle dolu olan bölgede uzun uzun dolaştık.

bisiklet kiralamak- amsterdam’da hemen hemen herkes bisiklete biniyor! anne babalar bebeklerini ve çocuklarını bindirmiş hızla bir noktadan başka bir noktaya gidiyorlar, çalışanlar takım elbiselerin pantolon paçalarını bağlamış işten gidip geliyorlar, gençler ise sırt çantalarını takmış dolaşıyorlar.  alegra henüz çok ufak diye biz kiralamadık ama bir dahaki sefere mutlaka bisiklet ile de keşfe çıkacağız.

yemek:

amsterdam’da ilk günümüz otelimize yakın olan bölgeler ve çiçek marketinin etrafını keşif etmekler geçti.  öğlen otelimize çok yakın olan van rijn cafe’de sandviç ve salata yedik sonra da dolaşırken karşımıza çıkan kafelerde, dondurmacılarda ve pancake evlerindeki hollanda’ya özel tatların da keyfini çıkardık.  happy pig pancake shopda hollanda’nın özel pancakelerinden denedik…birkaç sokak sonra karşımıza çıkan ijscuypie dondurmacısından da dondurma yedik :).

kahve konusu da hollanda’da çok önemli; ilk gün tam kraliyet sarayının tam yanında olan dam good coffee’yı keşif ettik.  ayrıca screaming beans ve coffee company’i de denedik.  kızlar coffee company’de sıcak çikolata ısmarladılar ve her birinin üzerinde sütten minik kalplerinin olmasına bayıldılar!

hollanda’da bir başka çok önemli olan gastronomik olay ise peynir tadımı yapmak.  kızların pek hoşuna gitmeyeceğini düşündüğümüz için resmi olarak bir kursa yazılmadık ama tüm peynir mağazalarında gün boyunca ufak tefek tadımlık peynirler de dağıtılıyor…şansa amsterdam cheese company bizim ötele çok yakında ben her gün bir iki sefer uğrayıp kendi tadımlarımı yapıyordum!

akşamları değişik yerlere gittik.  ilk gün yolculuk nedeniyle biraz yorgunduk, otele yakın olan casa di david’i denedik.  gayet ailelere yönelik tipik bir italyan lokantası, makarna, risotto ve pizza yedik- yemekler lezzetli, servis iyi, mekân çok tatlıydı… hepimiz memnun kaldık.

sonraki akşam bir arkadaşımızın tavsiye ettiği harbour club amsterdam’ı denedik.  tam denizin üzerinde kocaman bir binanın içerisinde olan hem lokanta hem gece kulübü olan bir mekân.  iç dekorasyonunun grafittiler dolu olmasına kızlar bayıldı, alegra uzun uzun ortalarda olan barlar ve sushi barını keşif ederek vakit geçirdi.

tavsiye edilmiş ama vaktimizin yetemediği iki tane daha restoran vardı- momo ve enoteca– fakat son gün tekne gezisinde yediklerimiz ile oldukça doyduğumuz için otelin barı olan the vault’da ufak bir şeyler yiyip içmeye karar verdik.  aslında kızlar için çok eğlenceli oldu.  binanın bu kısmı eskiden büyük bir banka kasasıymış, bar da o kasanın içinde yer alıyor.  menu yerine bize sahte paralar verdiler; her biri başka bir ülkedendi kokteyller ise o ülkeyi andıran tatlardan oluşuyordu.  örneğin thai bahtını temsil eden paralarda hindistan cevizi ve lemongrassli kokteyl varken hint rupisi olan paralarla ananas ve zencefilli bir kokteyl sipariş ediliyordu.  bizim için tam anlamıyla bir oyuna dönüştü ve gayet keyifli bir akşam geçirdik.

amsterdam seyahati belki beklenmedik bir şekilde gelişti diye, belki de bir müddet birbirimizi göremeyeceğimiz bildiğimiz için çok sakin ve huzurlu geçti. amsterdam şehrini ise ayrıca çok sevdik…sokaklarda dolaşmak kolay, müzelerin her birinde kızlara uygun sergiler ve onları angaje edecek ama aynı zamanda eğitici aktiviteler var, lokantalardaki yemekler hem ebeveyn olarak bizim hoşumuza gitti hem de çocuklara gayet uygun tatlar da vardı ve yaz aylarında gittiğimiz için havalar da oldukça yumuşaktı.  başta da belirtiğimi gibi amsterdam’da daha gezilecek, görülecek çok yer var; bir dahaki seyahatimiz de en az bu kadar keyifli geçeceğinden eminim.